Bugünlerde TRT’de yayınlanan Gassal dizisi gündeme oturdu. Hazır bu gündem varken, beni de lise yıllarıma götürdü. O dönemlerde, ölümle yüzleşmek ve tefekkür etmek amacıyla cami imamına yaptığım bir ricayla başlayan unutulmaz bir deneyimim oldu.
Lisede bir gün caminin imamına gittim ve ona bir ricada bulundum. Belki şaşırdı, belki tuhaf buldu; ama beni geri çevirmedi. “Hocam,” dedim, “vefat edenleri yıkamaya yardım etmek istiyorum. Tefekkür etmek, ölümle yüzleşmek istiyorum.”
O gün başladı benim bu sessiz tanıklığım. Yaklaşık yirmi kişinin cenaze yıkanmasına yardım ettim. Elbette hoca özel bir hassasiyet gösteriyordu. Vücut bütünlüğü bozulmamış olanları seçiyordu. Ben de dikkatliydim. Ölümle yüzleşmek sadece cesaret değil, aynı zamanda incelik gerektiriyordu. Çünkü her beden, yarım kalmış bir hikâyenin son cümlesiydi.
Bazılarının bakışlarında bir hüzün vardı; sanki söyleyemedikleri şeyler kalmış gibiydi. Kimisinin gözleri açıktı; sanki hayata doyamadan gitmişlerdi. Kimi bedenler şaşkınlık, kimi bedenler kabul edilmişlik, kimilerinde derin bir pişmanlık, kimilerinde ise ince bir tebessüm… Ama hepsinde ayrı bir yarımkalmışlık vardı. Onlara bakarken, her birinin hayatından bir sayfa okur gibi hissediyordum.
O günlerde anlamıştım ki, ölüm bir son değil. Ruh, bu âlemi terk ettiğinde başka bir âlemde çiçek açmaya başlıyor. Her bir bedenin soğukluğunda, ruhun o tarifsiz sıcaklığını hissettim. Cenazeleri yıkarken, her dokunuşta bir çiçek açıyordu sanki. O çiçek, bu dünyanın telaşından ve karmaşasından çok daha farklı bir güzellik sunuyordu. Ölüm, bir kapanış değil, bir yeniden başlangıçtı. Hayata dair yarım kalan cümleler, o başka âlemde tamamlanacak gibiydi.
Necip Fazıl’ın dediği gibi: “Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber… Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber?”
Bu söz, bana ölümün bir korku değil, insan ruhuna verilmiş bir lütuf olduğunu hatırlattı.
Kemal Sayar’ın şu sözleri ise yaşadığım bu tefekkürün manasını tamamladı: “İnsan, kendi faniliğiyle yüzleştiği zaman hayatı daha derin yaşar.”
Ölümle yüzleşmek, bana hayata dair bir derinlik kattı. İzmir gibi bir şehirde, maneviyatın kendini kaybettiği bir ortamda bu tefekkür, modern dünyanın anlamsız telaşına karşı bir sığınak oldu.
Şimdi geriye dönüp bakınca, o günlerin ruhumu eğittiğini görüyorum. Ölüm, aslında son değil, ruha açılan yeni bir bahar mevsimi. İnsan, bunu fark ettiğinde korkularından sıyrılıyor ve kendine daha sıkı tutunuyor. Çünkü ölüm, yaşamaya dair en sessiz ve en etkili öğretmen.
Ve sanki her cenaze bana sessizce şunu söylüyordu: “Burada bitmedi. Sadece başka bir kapıdan geçiyoruz. Peki ya sen, bu kapıdan nasıl geçeceksin?”
Yasin Taha Keskin